en embesil it girl!

bir serena van der woodsen değil, yanlış anlaşılma olmasın!

saçma ama gerçek... lisede "it girl" bendim. gelmiş geçmiş en embesil it girl olmam kuvvetle muhtemel. yaptığım saçma sapan bazı şeylerin akım haline gelmesi filan sadece birkaç gün sürüyordu. ankara'da şimdi nasıl bilmiyorum ama ben öğrenciyken hemen hiçbir lisenin disiplin kuralları pek de gevşek değildi. bizim etek boylarımız belli bir ölçünün üstüne çıkamazdı, buna okul izin verse aileler müsaade etmezdi zaten, okula giderken belimize kadar uzattığımız saçlarımızı açık bırakamazdık, rengini değiştiremezdik, aksesuar takamazdık, formaları fazlaca kişiselleştiremezdik.

en fazla üniformanın üstüne saçma sweetshirt'ler giyerdik ki onların da rengarenk olmalarına imkan yoktu ya da işte bir ara ankara gençliği arasında çok moda olan deri bağlar dolardık kollarımıza. oh lord! metrelerce değişik renklerde deri bağ seçmek için izbe pasajların bodrum katlarında zaman kaybetmek bir yana her duş öncesi ve sonrası kollarımızdan onları çıkarmak ve tekrar dolamakla uğraşmak filan... sonra onun gevşekliğini düğüm sayısını düzgün ayarlayacaksın bir taraftan.. mazallah kangren olursun gece. bildiğin ergeniz. bildiğin... ben de şüphesiz bir başkasından görüp aparttığım şeyleri yapıyorum ve okulda akım haline geliyor.

işin garip tarafı gömleğinin en üstteki düğmesine kadar ilikleyen, gömlek üstüne -kimsenin bağlamadığı lakin orijinalinde formada olan- fular bağlayan tek gerzek bendim. etek boyum diz kapağı hizasını hiçbir zaman geçmedi. bir kez bile siyah ya da beyaz dışında herhangi bir renkte çorap giymedim. bir kez bile haftaiçi tırnaklarıma cila dışında renkli bir oje sürmedim ya da makyaj yapmadım okula giderken. ama mesela kulaklarıma gözle görülmesi imkansız sayılabilir, minicik top küpeler takıyordum -küpe sevmem çünkü kulaklarımı acıtır aslında neden taktığımı da bilmiyorum- ve sağ kulağım sola göre daha hassas olduğu için bir gün sadece sola takmaya başladım. birkaç gün içinde akım haline geldi. keza şu saçma deri bileklikler de... dersanedeki arkadaşlarımda gördüğüm benden sonra da okul arkadaşlarım arasında yayılan...

ya da pantolon serbestisi geldikten sonra -son sınıftaydık ve liseye dair hatırladığım en güzel şeylerden biridir- gidip ispanyol paçalı, kadife, siyah bir pantolon almıştım. sonraki hafta çok sayıda ispanyol paça pantolon giyen öğrenci vardı okulda. ya da saçlarımı kestirdiğimde bir anda aynı saç kesimini bir sürü öğrencide görmeye başlardım filan... olağan şeylerdi bunlar. o zamanlar bu duruma bir anlam yüklediğim de yoktu. çünkü kendimden başka kimseyi önemsediğimi sanmıyorum.

bakınca kısmen trendsetter olduğumu söyleyebilirim. sanırım bunun birkaç adım ötesi, daha vahşi ve daha geniş çevrelere etki eden haline "it girl" diyor amerikalılar.

ve tabii ki bir it girl'ün olmazsa olmazları arasında onu takip eden akranı kadınlar kadar ona hayran akranı erkekler de olması gerekir ki ona da yeterince sahiptim. ve inanın nedenini hâlâ bilmiyorum. çünkü o okuldan benden çok daha güzel ve uyumlu, daha insani bir sürü genç kadın vardı. ben ukala ve kibirliydim ayrıca küçük bir klan dışında kimseyle de iletişime geçmeyecek kadar kendini beğenmiştim.

keza sınıfımdaki öğrenciler de dahil pekçok kimsenin ismini de bilmem. ayrıca hiç erkek arkadaşım olmadı lisede çünkü el ele tutuşup okul bahçesinde tur atmayı aptalca buluyordum ki hep okul dışından ve kendimden büyük çocuklara aşık oluyordum. öğle aralarında en arkada sıranın üstüne bağdaş kurup gazetecilik hakkında ya da gazetecilerin yazdığı kitaplar okuyordum hatta evet, ipek ongun filan da okuyordum. ve sevilenden çok -sanırım- nefret edilen bir öğrenciydim. tüm bunlara rağmen yine de yaptıklarım ironik biçimde hızla yayılıyordu. ve evet, insanlar benden nefret ediyordu çünkü sınav olduğunu okulda öğrenip sadece 50 dakika çalışarak girdiğim kimya sınavından 98 almam, yetmezmiş gibi bir de sınav sonuçları açıklanınca "2 puanı nereden kırdınız hocam," diye sınav kağıtlarına yaptığım itirazlar... kimseyi iletişim kurmaya layık görmemem filan... anlatmayacağım ama daha fenaları da var. ne yazık ki! demem o ki insanların nefret etmek için beni sevmek için olduğundan daha çok nedeni vardı.

her neyse...  işte hem "nerdy" hem "it girl" olmaya çalışınca bu kadar oluyor demek ki.  en başarısız nerdy ve en süksesiz it girl olarak tarihe bir not düşüyorum bu vesileyle.

sevgiler
jk


ps: bi' gün roma'ya gidersem aşk çeşmesinin önünde bir tane michelangelo da ben bekliyorum. ben önden söyleyeyim. o michel gelmezse eğer oracıkta kendimi patlatırım valla. ahhahaha!

ps ii: to rome with love'ı sonunda "ya mignight in paris" kadar iyi değilse korkumu aşıp izledim. dün gece... ve opera dinlemeye karar verdim. evet korkularımda haklı çıktım. hem de yersiz korkular beslediğimi anladım diğer yandan. şöyle ki... midnight in paris kadar sevmedim, bu doğru. çünkü geçen yaz ortalarıydı midnight in paris'i izlediğimde ve sanırım 10 gün içinde  pekçok kez izledim. bazı sahneleri yüzlerce kez izledim. hâlâ ara ara midnight in paris izliyorum. çünkü özlüyorum. benim o filmle aramdaki bi tür aşk ilişkisi.... ki golden age meselesine çok kafa yorduğum ve kendi golden age'imi anlatan filmlerle ve kitaplarla da aramda sıkı bağlar kurduğum, edebiyata olan merakım ve filmdeki ana karakterin golden age'ina duyduğum merak vs düşünülürse, anlaşılabilir. orada tüm alt metinleri okuyabildim ve suratımda dev bir gülümsemeyle izledim o filmi. her seferinde... to rome with love'da -haliyle- aynı tadı alamadım. belki tüm alt metinleri iyi okuyamadığımdandır. ama sürekli ertelediğim bir kapıyı açtı bana to rome with love ve opera dinleyicisi olmaya karar verdim. hep düşündüğüm ama nereden başlayacağımı bilmediğim için hep ertelediğim bir adımdı bu benim için. bilirsiniz, böyle durumlarda tek atımlık barutunuz vardır bilemedin en fazla iki. ben de eğer opera dinlemeye tamamen beni sarıp sarmalayacak aşık olacağınız bir keşifle girmezsem hayatım boyunca bir daha dinlemeyecektim kuvvetle muhtemel. ama şimdi durum değişti, sanatsal öngörülerine güvenmekte endişe etmeyeceğim biri woody allen (ahhahaha şaşkınsın biliyorum, gizlemeye çalışma!) ve gönül rahatlığıyla to rome with love'da adı geçen aryalarla başlayabilirim opera serüvenime.

sanırım woody allen'la tanışmak istiyorum, evet.

ps iii: mimarın öyküsünde midnight in paris tadı aldığımı itiraf etmeliyim. ben en çok woody allen'ın da rol aldığı opera öyküsünü sevdim. güzeldi evet, bunları yazarken gülümsüyorsam sandığımdan daha çok sevmişim ben bu filmi.

ps iv: inceltilmiş sanatsal zevkleri olmayan insanları sevmiyorum. bu sanatçılar için de sanatseverler için de geçerli... bu çok yuvarlak bi söylem tabii. ne anlatmak istediğimi şöyle bir örnek vererek daha iyi açıklayabilirim. yıllar önce zeki demirkubuz'un kader'ini ve nuri bilge ceylan'ın mevsim'ini art arda izlemiştim. arkadaş tavsiyesi üzerine... sonra da hangisini daha çok beğendiğimi sorduğunda mevsimler'i söylemiştim. o gün nedenini çok iyi açıklayamasam da bugün nedenini çok iyi biliyor ve açıklayabiliyorum. nitekim cannes da benimle aynı fikirde olsa gerek ki nuri bilge çok mağrur bir yandan çok mütevazı ve sessiz sakin başarı merdivenlerini çıkıyor. işte benim için nuri bilge'nin filmleri sinema alanında inceltilmiş sanat zevki/anlayışı diye tanımladığım "şey"in ta kendisidir. sıktım di mi? bazen kendime engel olamayabiliyorum hâlâ.


Comments

  1. bu kadar boş bir insan mısın cidden yoksa sadece geyiğine mi böyle şeyler yazıyorsun?

    ReplyDelete
    Replies
    1. nasıl yorumlamak istersen... belki de bundan çok daha boşumdur, kimbilir :)

      Delete
  2. siz... sanırım sevişmek istiyorsunuz..?

    ReplyDelete
  3. Yazin karmasik ama anlatmak istedigin duz gibi sevdim seni. Fanus diye bir roman vardi Magda diye bir kadin ile Jung arasinda geciyordu. Bu kadin unusual bir kadindi sende ona benziyorsun -yazdiklarina gore- ondan sevdim seni bacim

    ReplyDelete
    Replies
    1. sağol :) jung'sa kesin güzeldir. not ettim bi köşeye fanus'u.

      Delete

Post a Comment

Popular Posts